Mehmet YALÇINKAYA
Bir Xurs Hikayesi
ONA REŞO DEME
Bu gece sesi kulaklarımda yankılandı… O ses düşler ülkesinden bir çağlayan coşkusuyla gümbür gümbür gelip içime yerleşti… O ses sevgi yüklü, umut yüklü, koca bir yaşam yüklüydü… O ses mavi bir gözdü, solgun bir yüz, sevgili bir tebessüm, yürekli bir yaşam, kocaman bir insandı... Dedemdi o ses: “Ona Reşo deme!”
Bir gün onun hayatını anlatmayı/yazmayı çok isterdim ama hep vazgeçtim. Çünkü acı ile direnişin, talan ile sürgünün, yıkılış ile dirilişin birbirini doğurduğu asi bir sevdaydı yaşamı. Kekeme sözcüklerimle bu hayatı anlatmakta/yazmakta hep zorlandım…
İsyan, tarihin mistik boşluğunda gezinir ve kuşaktan kuşağa aktarılır. Botanlı üç çocuğun feodal beylere isyanıdır Meşkina Destanı. Bir işaretle her kızı koynuna alan ve her düğünde ‘ilk gece hakkı’ ile aşkı kirleten ağaya isyandır Meşkina destanı. Üç çocuğun, üç cesur yüreğin zulme set çekmesidir Meşkina Destanı…
“Beğendim bu ela gözlü, esmer yüzlü güzeli. Yıkayıp süsleyip getirin yatağıma. Tadını alayım iyice. Sonra da teslim edin ailesine…” İşte böyle dedi Botan Bey’i, Meşkinalı gençlerin kız kardeşini görünce. Yıkayıp süslediler elâ gözlü dilberi. Gözyaşlarını silerek: “Bey’dir o, her kıza nasip olmaz sevmesi…” dedi Bey’in halayığı. Yine de dinmedi dilberin gözyaşları. Sevdiğinin eline dahi değmemişken elleri, bir ağaya teslim edecekti narin bedenini. Küçük ağabeyi saçlarını okşayarak: “Korkma,” dedi “o çirkef eller kirletmeyecek tanrısal güzelliğini.” Ama kızıl bir at üstünde Bey’e giden neydi, kimdi?.. Kuş tüyü yatağın üzerinde, Çin ipeklerine sarınmış olan neydi, kimdi?.. Şirret gülüşüyle yatak odasına dalınca ve karşınsındakinin yüzündeki tülü açınca Botan Bey’i, parladı Meşkinalı gencin hançeri. Azrail olup yapıştı yakasına Botan Bey’inin ve indirdi tam kalbinin üzerine Yemen işi hançeri… “Uy havar Beyimizi öldürdüler!..” diye bağırırken birileri, Meşkinalı kardeşler Suriye’ye geçmek üzereydi. Yüzlerce silahlı adam düştü peşlerine ama giden gitmiş zulüm bitmişti… Bir zaman sonra Suriye’de sığındıkları amca evi de zulüm dokumaya başlayınca ata topraklarına dönmeye karar verdiler. Külleri sönmemiş intikam hırsının onları yok etmesinden çekinerek üç uzak yere konakladılar ve geleceğe bir im kalsın diye yaşadıkları yerlere Meşkina adını verdiler. Meşkina kocaman üç yürekti artık dağlarda; biri Mardin’de, biri Xurs vadisinde, biri de Lêf dağında…
Tarih ve zaman aradaki damarları kopardı, geriye sadece bir efsane kaldı…
İşte dedemin atası Xurs’taki o genç meşk ustasıdır. Dedemin kocaman bir yürekle inadına yaşam sürdüğü Meşkina, şimdi yakılmış, boşaltılmış bir köydür uzaklarda. Çok uzaklarda, yüreğin taa içinde külleri savrulan yitik bir köydür artık Meşkina.
Dedem, sofuluğa gönül vermiş bir ermişin oğludur. Çocuk yaşında babasını kaybedip yetimlikle tanışır ama kardeşlerini ve anasını koca bir yürekle taşır sırtında yıllar boyu. Birinci Dünya Savaşı sıralarında ergenlik çağındayken, bir Hıristiyan rahibinin (Amasya Rahibi) esir düşerek köle pazarında satılan kızına âşık olur. Bu kız bir melektir, masalların arasından süzülüp konmuştur yüreğine. Mardin köle pazarından bu kızı alıp köyüne götürür. Dedem, bu Hıristiyan melek için sözlüsünü terk etmiş ve uzun yıllar süren bir kavga yaşamıştır...
Aşkının adı Xezal’dır artık ve Müslüman’dır. Ardı ardına altı çocukları küçük yaşlarda ölür. Yedinci çocukları altın saçlı, mavi gözlü bir kız çocuğudur… Xezal, sekizinci çocuğuna gebeyken bir gece ansızın kuşatılır köyleri. Bütün dağ aşiretleri yine toplanmıştır başlarına. Bu kuşatma üç talandan sadece biridir. Aşiretler bu cennet köyün işgalini planlamaktadır gizlice ve dost maskesini atıp ani bir taarruza geçmişlerdir yine…
Analar memelerini uzatmışken bebelerine, birdenbire gökyüzünü yırtarcasına mermiler uçuşur dört bir yandan. Sığınaklara doluşur kadınlar, çocuklar. Eli silah tutanlar başlar cenge… “Altı sığınakta sekiz koca yürektik” dermiş dedem.
Günlerce süren bu çatışmayı şöyle anlatmış Dedem:
“…Bir mermimize yüz karşılık veriliyordu. Biz sekiz kişiydik, karşı taraf sekiz yüz kişi. Suratımızda patlayan taş parçacıkları yüzünden ter gibi kan akıyordu gövdemize... Kuşatma daralıyor, çatışma büyüyor, silah seslerine çocuk çığlıkları karışıyordu... Her şey an meselesiydi, her an hepimiz ölebilirdik ama direniyorduk, inadına direniyor ölümü alt ediyorduk… En büyük direncim kızımın altın saçları ve Xezal’ımın mavi gözleriydi. O gözlere benden başkası bakamazdı, o derinliği benden başkası anlayamazdı, o acı yüklü anılara benden başkası mutluluk çalamazdı... Xezal’ımın mavi gözleri inançtı, beyaz yüzü dirençti, pembe dudakları yaşamdı...
Savaşsa savaş, aşk için savaş, inanç için savaş, doğa için savaş, umut için savaş, yaşam için savaş... Yüzlere karşı kocaman sekiz yürektik, bu köyün sekiz savaşçısı… Ve tarih için, doğa için, yitik yaşamlar ve anılar için, çocukluğumuzu serptiğimiz dağlar, ellerimizle diktiğimiz ağaçlar için direniş! Sonuna kadar direniş!..
Artık her şey tükeniyordu. Cephane tükeniyor, aş tükeniyor, ölüm yaklaşıyordu...
Bir aşiretten cılız bir destek geldi lehimize. Kadınlarımızı, çocuklarımızı yüreğimize alıp kuşandık inancı. Vuruşa vuruşa, dimdik ayakta, kan ve ter içinde yardık kuşatmayı… Sonra döküldük uzak yollara. Bir köyden, bir doğadan, yüzyıllık yaşamlardan ve miraslardan paslı bir tas kaldı elimizde, onu da Xezal almıştı, kızımız hastaydı ve tasla ona su içirecekti...”
Xezal, sekizinci çocuğunu bir ahırda doğurur, mavi gözlü, güneş yüzlü bir çocuktur bu. Dokuzuncu çocuğuna gebeyken yumar gözlerini, bir daha açmamak üzere.
Yüreğe yerleşen intikam duygusu, öfkeli bir kasırga gibi yıllarca eser durur. Cezaevleri, ölümler, yitik aşklar yüreğini dağlar geçer...
Sekiz senelik sürgün ve ardından köye dönüş... Meşk ustası, genç ve yürekli adamın köyüne dönülür. İnsanların saatlerce uzaklıktaki ovadan sırtlarında toprak taşıyarak onlarca yıl içinde yarattıkları bu cennet talana uğramış, yakılıp yok edilmiştir. “Hayat boy vermesin diye ağaçlarımızın kökü bile yakılmıştı” dermiş Dedem… Ama inançlı ellerde yeniden yaratılacaktı bu cennet. Yeniden doğan köy; yeni yaşamlar, umutlar ve yeni aşklar doğurur.
Dedem gönlünü ceylan gözlü, esmer yüzlü Omeryalı Rewşen’e kaptırır. Rewşen, babamı ve iki kız çocuğunu verir dedeme ama hiçbir zaman Xezal olamaz… O büyülü aşkı, o yakıcı, o yaşanılası aşkı hiçbir zaman veremez dedeme... Dedem, düşler denizinde o melek yüzlü yitik sevgiliyi kucaklar hep...
Yollar ayrılır. Rewşen ata diyarına dönerek sessizliğe gömülür. Yaralı kalbini açmaz kimseye. Siyah gözlerine, esmer yüzüne hüzün yerleşir… Ve öldüğünde bile hüzünle gülümser hayata… Dedem ise onsuz geçen sekiz sene boyunca onu hiç düşünmez. Yaşamdan elini eteğini çekip acılarını dinler ve o büyülü aşkını düşünür sürekli.
Bütün malını mülkünü satıp cebinde para olarak taşır. Durmaksızın insanların paraya olan tutsaklığını ölçer. Önemsemez parayı, malı, mülkü, çünkü hepsi kocaman bir yalandır. Aşktır gerçek olan.
“İsteseydi Kızıltepe’nin çoğunu satın alırdı,” derler onun için ama hiçbir şey almadı. Parası da gizemli bir gecede, gizemli bir yolculuğa çıkar, kim bilir nerelere...
Geride çok az şey bıraktı, birkaç küçük eşya, benimle ilgili birkaç anı, kocaman bir sevgi ve bana miras olarak bıraktığı tek kişilik, oymalı ahşap bir taht.
Annem, onu hep onun sesiyle anlattı bana. Yaşamında en çok iki kişiyi sevmişti; biri Xezal, diğeri de ben. En çok son anısını dinledim onun: Dedem ölüm döşeğindeymiş ve rüyasında beni görmüş. Telefonun çok az olduğu o zamanlarda ben kocaman bir telefonla konuşuyormuşum. Etrafımdakiler kiminle konuştuğumu sormuş. “Bozaxaye Metin” demişim. “Onunla ne konuşuyorsun?” diye sormuşlar. “Dedeme doktor getirmesini söyledim,” demişim. Oysa dedemin yakın dostu Metina Beyi Bozaxaye Metin yirmi sene önce ölmüş ve buna rağmen dedem son gülüşüne kadar onu iyileştirecek bir doktor getireceğimize inanmış.
Dedemin vefatını hatırlamıyorum, üç-dört yaşlarındaydım. Öldüğünü görmemem için beni evden uzaklaştırmışlar. Onu göremeyince günlerce “dede” diye inleyerek ağlamışım. Bir derviş, gözyaşlarımın durması için mezarının toprağını salık vermiş. Yüzüme mezarının toprağını sürmüşler ve susmuşum, dedemi hiç kaybetmemişçesine. Kim bilir, belki de o toprakla kokusunu yollamıştı bana.
19 sene boyunca uyuduğum o taht, onun koca yüreği, sevgi dolu yüreğiydi, sanki onun ruhunu içime taşıyordu... Uzanıp yıldızları gözlerken, incir ağacı nasırlı yapraklarıyla yüzümü usul usul okşardı, o yapraklar onun elleriydi...
Sanki o mavi gözleri sevgiyle hep üzerimde dolaşırdı, her an yanımdaydı, beni korur, kollardı ve ben her acılı anımda onun kocaman yüreğine sığınır, sevgisiyle arınırdım.
Çocukken, ölülerin bizi duyduklarına ve her perşembe akşamı sevdiklerini gözlediklerine inandırılmıştık. Her perşembe akşamı onu yüreğimde hissederdim, sıcak bakışları yüzümde dolaşır, nasırlı elleri yüzümü usulca okşardı. Her cuma başucundaydım mezarının, dualar okur, dertlerimi anlatır ve kızıl toprağına gözyaşımı akıtarak sarılırdım uzun uzun.
Halalarım bana ‘baba’ derler. Dedeme çok benzediğimi söylerler; gözlerimiz hariç. Onun gözleri maviydi, benimse yeşil… Sanırım ruhsal benzerliğimiz de var; ayrı hayatlarda aynı isyanın ruhunu ve serkeşliğini taşıyoruz ikimiz de.
Bir perde çekiliyor gözlerime. Dedem kahverengiye çalan giysisiyle dalıyor sokağa. O mavi gözlerdeki sıcaklık, o sevgi yüklü tebessüm, o coşkulu yürek, nerede olursam olayım yakalıyor beni. Her şeyi bırakıp ona doğru koşuyorum, ardımdan koşuyor diğer çocuklar da... Beni kucakladığında sıcak dudakları yanağımda, gözlerimde dolaşıyor. Rengârenk şekerler uzatıyor bana, sonra diğer çocuklara.
Her şey hayal meyal, birbirine karışıyor yüzler.
Annem bana sesleniyor:
“Reşooo…”
Dedem kaşlarını çatmış, anneme bağırıyor:
“Ona Reşo deme!.. Ona Reşo diyene hakkımı helal etmem!..”